şişli travesti ayla

Şişli Travesti Ayla ile İstanbul’un Kalabalık Sorununa Kahkahalarla Bakış

Yine ben, sizin Şişli gülü, gecelerin yıldızı, kaldırımların filozofu Ayla’nız. Bugün masaya öyle bir konu yatırıyorum ki, hepimizin ortak derdi, bitmeyen çilesi, sabah alarmından beter kabusu: İstanbul’un o meşhur, o dillere destan, o “iğne atsan yere düşmez” kalabalığı!

Ah be şekerim, bu şehirle olan ilişkimiz tam bir aşk ve nefret döngüsü. Bir bakıyorsun Boğaz’a karşı çayını yudumlarken “İyi ki İstanbulluyum,” diyorsun; beş dakika sonra metrobüse binmeye çalışırken “Nereden düştüm ben bu cehenneme?” diye isyan bayrağını çekiyorsun. İşte ben, Şişli travesti Ayla olarak bu karmaşık duygular silsilesini her gün iliklerime kadar yaşıyorum. Gecenin bir yarısı topuklularımın üzerinde şehrin nabzını tutarken de, sabahın köründe pazara domates seçmeye giderken de bu kalabalıkla boğuşuyorum. O yüzden dedim ki, Ayla, kızım, otur şöyle, dök içini. Bu kalabalık meselesini bir de senin pırıltılı gözlerinden, esprili dilinden dinlesinler.

Makyaj çantamı, peruğumu ve sabrımı yanıma aldım, hazır mısınız? İstanbul’un kalabalık curcunasında hayatta kalma rehberimiz başlıyor!

Metrobüs: Modern Zamanların Savaş Alanı

Hayatım, size bir şey itiraf edeyim mi? Bazen düşünüyorum da, o antik çağlardaki gladyatörler falan hikaye. Asıl cesaret, asıl savaşçılık, sabah 8’de Zincirlikuyu-Beylikdüzü metrobüsüne binmeye çalışmaktır. Orası bir ulaşım aracı değil, adeta bir hayatta kalma simülasyonu. Kapılar açıldığı an başlayan o “içeri girme” mücadelesi, olimpiyatlarda ayrı bir spor dalı olarak kabul edilmeli.

Geçen gün başımdan geçen bir olayı anlatayım da gülmekten yanaklarınız ağrısın. İş çıkışı, her zamanki gibi günün yorgunluğuyla durağa geldim. Ayağımda on iki santim topuklu, saçlar yapılı, makyaj akmasın diye gözümü bile kırpmıyorum. Dedim ki “Ayla, sen bir divasın, sakin ol, zarafetini bozma.” Ama ne mümkün! Kapılar bir açıldı, arkamdan öyle bir ittirme kuvveti geldi ki, kendimi bir anda aracın en dip köşesinde, camla bir amcanın pazar poşeti arasında sıkışmış buldum. O an anladım ki, İstanbul’da yer çekimi kanunu değil, “boşluk doldurma” kanunu geçerli.

Adamın pırasaları peruğuma takılmış, ben nefes almaya çalışıyorum. Bir yandan da yanımdaki genç, telefonunda dizi izleyip kahkaha atıyor. Yavrum, sen o an o kahkahayı nasıl atabildin? Hangi ara o telefonu çıkaracak boşluğu buldun? İşte bu, İstanbul insanının geliştirdiği özel bir yetenek. Biz, en sıkışık anlarda bile kendimize küçük yaşam alanları yaratabilen süper kahramanlarız. O gün anladım ki, Şişli travesti Ayla olarak benim süper gücüm sadece güzelliğim ve hazırcevaplılığım değil, aynı zamanda metrobüste topuklularla ayakta kalabilme becerimmiş.

Bu yolculuklar sırasında neler görmedim ki… Çekirdek çitleyen teyzeler, canlı yayın açıp “Arkadaşlar şu an metrobüsteyim, bakın ne kadar kalabalık” diye takipçi kasan gençler, iki durak gidecek diye en dip köşeye yerleşip sonra “Müsait bir yerde” diye bağıran amcalar… Burası bir sosyolojik laboratuvar gibi. Herkes kendi küçük dünyasında ama aynı sıkışıklığın içinde. Bazen düşünüyorum da, bu kadar insanı bir araya getirip tek bir ortak paydada buluşturan başka ne var ki? Hepimiz aynı ter kokusunu soluyor, aynı ani frenle birbirimizin üzerine yığılıyoruz. Ne kadar romantik, değil mi?

İstiklal Caddesi: Defile Podyumu mu, Engelli Parkuru mu?

Ah İstiklal, ah! Gençliğimizin ilk aşkı, hayallerimizin caddesi… Eskiden ne güzeldi. Şöyle bir salına salına yürür, vitrinlere bakar, insanları izlerdik. Şimdi ise İstiklal Caddesi’nde yürümek, adeta bir engelli parkurunu tamamlamaya benziyor. Önüne aniden çıkan dondurmacılar, elindeki broşürü gözüne sokmaya çalışanlar, yavaş çekimde yürüyen turist kafileleri ve tabii ki o meşhur kırmızı tramvay…

Ben ki podyumların tozunu attırmış, yürüyüşüyle nam salmış Şişli travesti Ayla, İstiklal’de yürürken bildiğin slalom yapıyorum. Bir sağa kaçıyorum, bir sola kaçıyorum. Tam “Oh be, boşluk buldum” diyorum, önüme bir kumpirci arabası çıkıyor. Tam onu atlatıyorum, bu sefer de martı taklidi yapıp para isteyen bir adam beliriyor. Canım benim, o martı sesiyle ancak kargaları korkutursun, bana sökmez.

Bir keresinde en şık elbisemi giymişim, saçlar fönlü, kendimi film yıldızı gibi hissediyorum. Tünel’den meydana doğru yürüyorum. Ama nasıl yürüyorum? Adım adım, santim santim. Önümdeki kalabalık bir türlü dağılmıyor. Meğer insanlar durmuş, sokak müzisyeni bir grubu dinliyormuş. Çok güzel, sanata destek olalım, alkışlayalım. Ama abiciğim, caddenin ortasında neden bir duvar örüyorsunuz? Kenara çekilin de benim gibi güzellikler aksın gitsin, değil mi ama?

En komiği de ne biliyor musunuz? O kalabalıkta bir tanıdığa denk gelme ihtimali. Milyonlarca insanın içinde, tam da en yorgun, en dağınık halinle karşına liseden kalma o gıcık arkadaşın çıkar. “Aaa Ayla, n’aber? Ne kadar değişmişsin!” der. İçinden “Sen hiç değişmemişsin, hala aynı gıcıksın” demek gelir ama dışından “Ay canııım, sen de öyle!” diye gülümsersin. İstanbul kalabalığı, bazen böyle istenmeyen nostalji anları da yaşatır insana. Bu şehirde gizli kalmak diye bir şey yok. Eninde sonunda biri seni bir yerde yakalar. O yüzden benim tavsiyem: Evden çıkarken her an eski bir düşmanla karşılaşacakmış gibi hazırlıklı olun.

Pazar Alışverişi: Fiyatlarla Değil, İnsanlarla Pazarlık

Canlarım, ben öyle hazır gıdayla beslenenlerden değilim. Severim şöyle tazesinden domatesimi, biberimi almayı, evimde mis gibi yemeğimi yapmayı. Bu yüzden semt pazarları benim için vazgeçilmezdir. Ama gel gör ki, pazar alışverişi de artık bir strateji oyunu. Fiyatlarla pazarlık yapmaktan çok, tezgahın önüne yanaşabilmek için insanlarla pazarlık yapıyorsun.

Şişli’deki pazara bir gidiyorum, sanki bedava bir şey dağıtıyorlar. Öyle bir kalabalık, öyle bir itiş kakış… Teyzeler, o pazar arabalarıyla tank gibi ilerliyor. Onlara yol vermezseniz, ayağınızın üzerinden geçip giderler, ruhunuz duymaz. Bir keresinde tam en güzel çilekleri gördüm, tezgaha doğru bir hamle yaptım. Nereden çıktığını anlamadığım bir teyze, pazar arabasıyla önüme bir set çekti ki, Çin Seddi halt etmiş. Gözlerimin önünde o güzelim çilekleri bir başkası aldı. O anki hayal kırıklığımı size anlatamam. Sanki aşkımı elimden almışlar gibi hissettim.

Pazarcıların bağırışları da ayrı bir alem. “Gel abla geeel, domatesin hası burdaaa!”, “Karpuz kelek çıkarsa geri geeetir!” Bu sesler, İstanbul senfonisinin en önemli enstrümanlarıdır. Bazen ben de gaza gelip “Gel vatandaş geeel, Şişli’nin en güzel travestisi burdaaa!” diye bağırasım geliyor ama neyse ki kendimi tutuyorum. Herkes kendi işini yapsın, değil mi?

Pazarda sadece insanlarla değil, zamanla da yarışıyorsun. Akşama doğru gidersen hem malın iyisi bitmiş oluyor hem de ortalık savaş alanına dönmüş oluyor. Sabah çok erken gidersen bu sefer de en taze ürünler için daha büyük bir kalabalıkla mücadele etmen gerekiyor. Tam bir ikilem. Ama ne yapalım, o taze fasulyenin, o mis kokulu domatesin hatırına bu çile çekilir. Zaten Şişli travesti Ayla olarak benim felsefem şu: Hayatın tadı, biraz da zorluklarıyla çıkar. Kolay kazanılan zaferin ne anlamı var ki? O kalabalığı yarıp aldığım maydanoz, bana Versay Sarayı‘nın bahçesinden toplanmış gibi geliyor.

Neden Bu Şehirden Vazgeçemiyoruz?

Peki canlarım, madem bu kadar şikayetçiyiz, neden hala buradayız? Neden bavulumuzu toplayıp daha sakin bir sahil kasabasına yerleşmiyoruz? İşte bu sorunun cevabı, İstanbul’un büyüsünde saklı.

Bu şehir, tüm kalabalığına, kaosuna, çilesine rağmen bir mıknatıs gibi çekiyor insanı. Çünkü İstanbul, yaşayan bir organizma. Her köşesinde ayrı bir hikaye, ayrı bir hayat var. Bu kalabalık, aynı zamanda bu şehrin dinamizmi demek. Her an her şeyin olabileceği, sürprizlerle dolu bir yer burası. Bir gün en lüks mekanda eğlenirken, ertesi gün salaş bir meyhanede demlenebilirsin. Bir gün sanat galerisi gezerken, ertesi gün tarihi bir hamamda kese attırabilirsin. Bu çeşitliliği, bu renkliliği başka nerede bulabilirsin ki?

Benim gibi bir insan için, yani Şişli travesti Ayla için bu şehir bir sahne. Her sokağı, her caddesi benim podyumum. Bu kalabalığın içinde hem kayboluyorum hem de kendimi buluyorum. İnsanların o yargılayan bakışları arasında yürürken güçleniyorum. Ama bir o kadar da o kalabalığın içinde beni anlayan, gülümseyen, selam veren gözlerle karşılaştığımda umut doluyorum. Bu şehir bana kim olduğumu hatırlatıyor. Beni ben yapan her şeyi bu şehrin kaosunda öğrendim. Cesareti, sabrı, espriyi, hayata tutunmayı…

Bu kalabalık, aynı zamanda bir güvenlik ağı gibi. Kimse kimseye çok fazla karışmaz, çünkü herkes kendi derdindedir. İstediğin gibi giyinir, istediğin gibi yaşarsın. Evet, laf atanlar olur, ters bakanlar olur. Ama milyonlarca insanın içinde onlar sadece birer gürültüden ibaret kalır. Önemli olan, o gürültünün içinde kendi müziğini duyabilmektir.

Düşünsenize, sakin bir yerde yaşadığımı… Herkes birbirini tanıyor, her hareketin dedikodu oluyor. Ay yok canım, ben almayayım. Ben bu kaosun, bu keşmekeşin insanıyım. Ben, vapura binerken simit attığım martının sesini, tramvayın zilini, pazarcının bağırışını duymadan yapamam. Ben, gecenin bir yarısı işimden çıkıp Şişli’nin ara sokaklarında yürürken, uzaktan gelen bir ambulans sesini duyduğumda “İşte,” derim, “şehir yaşıyor, ben de yaşıyorum.”

Sonuç olarak canlarım, İstanbul’un kalabalığı evet, bir çile. Ama aynı zamanda bir nimet. Bizi biz yapan, bizi hayata bağlayan, bizi her gün yeniden test eden bir sınav. Bu sınavı geçmenin yolu da şikayet etmekten değil, onunla dalga geçmekten, içindeki komik anları yakalamaktan geçiyor. Bir dahaki sefere metrobüste sıkıştığınızda, İstiklal’de yolunuzu kaybettiğinizde aklınıza ben geleyim, Şişli travesti Ayla‘nın bu sözleri gelsin. Derin bir nefes alın ve gülümseyin. Unutmayın, bu kaosta hayatta kalabiliyorsak, her şeyi başarabiliriz.

Hadi şimdi dağılın bakayım, ama lütfen metrobüsteki gibi ittirmeden, yavaş yavaş, zarafetle… Hepinizi kocaman öpüyorum, pırıltılı kalın

Scroll to Top