olgun travesti nermin istanbul

Kahve, Fal ve Biraz da Hayat: Nermin’in Gözünden İstanbul

Bu şehir insana ne çok şey anlatıyor, bir bilseniz. Hele bir de benim gibi yıllarını bu sokaklarda, bu sahnelerde, bu hayatın tam da ortasında geçirmiş bir İstanbul olgun travesti için her köşe başı ayrı bir anı, her insan yüzü ayrı bir hikaye. Bugün içimi dökeyim, biraz dertleşelim, biraz da gülelim istedim. Hayata dair ne varsa, ne biriktirdiysem heybemde, şöyle bir ortaya sereyim diyorum. Oturun bakalım yanıma, alın çayınızı kahvenizi, başlıyoruz.

Peruk Düştü, Kel Göründü: Hayat Dediğin Biraz da Tiyatro Değil mi?

Geçen gün kuliste hazırlanıyorum, bilirsiniz bizim işin en meşakkatli kısmı. O farlar, o rimeller, o peruklar… Sanki her gece baştan yaratıyoruz kendimizi. Tam peruğu kafama oturtmuşum, en şuh bakışımı takınmışım aynaya, birden bir aksırık tutmasın mı? Tutunca da o güzelim sarı, lüle lüle peruk fırlayıp odanın öbür ucuna gitmesin mi? O an aynada kendime bir baktım; yarısı makyajlı, kafası yarı kel, şaşkın bir Nermin. Bir an durdum, sonra bir kahkaha patlattım ki sormayın gitsin. İşte hayat da tam olarak böyle bir şey değil mi aslında?

Sen en şık kostümünü giyersin, en havalı peruğunu takarsın, kendini sahneye hazırlarsın ama hayat gelir, bir aksırtır seni, bütün planlar altüst olur. Peruk düşer, kel görünür. Önemli olan o peruk düşünce ne yaptığın. Yere çöküp ağlayacak mısın, “vah başıma gelenler” diye dövünecek misin? Yoksa benim gibi yerden peruğu kapıp, “Hanımlar beyler, bu akşamki özel şovuma hoş geldiniz!” deyip durumu kahkahaya boğacak mısın? Ben ikincisini seçtim, her zaman da onu seçerim.

Bu şehirde, bu hayatta ayakta kalmak istiyorsan biraz komedyen, biraz da oyuncu olacaksın arkadaş. Herkesin bir sahnesi, bir rolü var. Kimi patron, kimi işçi, kimi anne, kimi evlat… Bizimki de biraz daha cafcaflı bir rol sadece. Ama günün sonunda hepimiz aynıyız; alkış bekleyen, sevgiye muhtaç, arada bir peruğu düşen fanileriz. O yüzden çok da kasmayın. Bırakın düşsün peruk, ne olacak? En fazla bir kahkaha atar, yeniden takarsınız. Belki de peruksuz haliniz daha çok alkış alır, kim bilir? İstanbul’da her sürprize açık olmak lazım.

Topuklunun Felsefesi: Düşe Kalka Büyümek

Bana hep soruyorlar, “Nermin Abla, o topuklularla nasıl yürüyorsun saatlerce?” diye. Ah be güzelim, sanki anamızın karnından 15 puntoluk stiletto’larla mı çıktık? Ben o topukluların üzerinde durmayı öğrenene kadar ne dizlerim morardı, ne bileklerim burkuldu, bir ben bilirim bir de Allah. İlk zamanlarımı hatırlıyorum da, Beyoğlu’nda yürürken penguen gibiydim. Sağa sola yalpalaya yalpalaya, duvarlardan destek alarak… Millet bakıp gülüyordu. “Bak bak, yürümesini de bilmiyor,” diyenleri mi ararsın, “Düşecek şimdi,” diye bahse girenleri mi…

Ama pes etmedim. Düştüm, kalktım. Canım yandı, “yok anacım bu iş bana göre değil, giyeyim babetlerimi rahat rahat gezeyim,” dedim. Sonra aynada o topukluların bana verdiği duruşu, o özgüveni gördüm. Dedim ki, “Nermin, bu iş olacak!” Her gün evde pratik yaptım. Halının üzerinde, parkenin üzerinde, sonra çıktım sokağa. Önce mahalle bakkalına kadar, sonra bir durak öteye… Zamanla o topuklular benim bir parçam oldu. Artık üzerinde koşabilirim bile, o derece!

Hayat da topuklu ayakkabıyla yürümek gibi işte. Başta sendelersin, düşersin, canın yanar. Etraftan gülenler olur, “yapamazsın” diyenler olur. Ama sen vazgeçmezsen, her düşüşten sonra daha sağlam basmayı öğrenirsen, bir bakmışsın ki o en zorlu yolları bile kraliçeler gibi yürüyorsun. Önemli olan o ilk acıya, ilk alaycı bakışa dayanabilmek. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Bu yüzden, ne zaman hayat sizi zorlasa, sendeleseniz, aklınıza Nermin ablanızın bu topuklu felsefesi gelsin. Her düşüş, daha sağlam bir adımın habercisidir. Unutmayın, en usta dansçılar bile önce düşmeyi öğrenir.

Makyajın Altındaki Yüz: Asıl Güzellik Nerede Saklı?

Bizim mesleğin olmazsa olmazı makyaj. Bir sanat adeta. Yüzün bir tuval, fırçaların ve boyalarınla en güzel eseri yaratmaya çalışıyorsun. Elmacık kemiklerini belirginleştir, gözleri daha büyük göster, dudakları dolgunlaştır… Saatler sürer bazen. Ve sonunda aynaya baktığında bambaşka bir kadın görürsün. Işıltılı, göz alıcı, kusursuz… Sahneye o yüzle çıkarsın, bütün gözler sana döner. Alkışlar, ıslıklar… O an dünyanın en güzel kadını sensindir.

Ama gecenin sonunda, o makyajı silme anı vardır. İşte o an, en gerçek andır. Ilık su, pamuk, temizleme jeli… Katman katman silinir o sanat eseri. Önce parıltılı farlar gider, sonra kirpikleri uzatan rimel, sonra yüzü porselen gibi gösteren fondöten… Ve en sonunda, aynada yorgun, biraz solgun ama tamamen “sen” olan o yüz kalır. Makyajın altındaki Nermin…

Gençken o andan nefret ederdim. Makyajsız halimi çirkin, eksik bulurdum. Sanki o boyalar olmadan ben bir hiçmişim gibi gelirdi. Ama yıllar, özellikle bir İstanbul olgun travesti olarak geçirdiğim yıllar bana şunu öğretti: Asıl güzellik, o silinen makyajın altında saklı. O yorgun gözlerdeki pırıltıda, hayatın izlerini taşıyan çizgilerde, her şeye rağmen gülümseyebilen dudaklarda saklı.

Makyaj bir maskedir, bir kostümdür. Eğlencelidir, gereklidir de… Ama ona bağımlı yaşamak, kendini sadece o maskeyle sevmek en büyük tuzaktır. Kendinizi makyajsız halinizle sevmeyi öğrendiğiniz gün, gerçekten güzelleştiğiniz gündür. O zaman ne sivilceniz gözünüze batar, ne gözaltı torbanız. Çünkü bilirsiniz ki, sizi siz yapan o küçük kusurlardır. O kusurlar sizin hikayenizdir. Sahnedeki ışıltılı kadın da yılların eskitemediği olgun travesti de sizsiniz, gecenin sonunda yüzünü yıkayan yorgun kadın da… Ve ikisi de birbirinden güzel, birbirinden değerli. Kendinize o makyajsız halinizle de bir gülümsemeyi çok görmeyin. Asıl alkışı o hak ediyor.

İstanbul Gibi Sevmek: Kaotik, Tutkulu ve Affedici

Bu şehirle benimki tam bir aşk-nefret ilişkisi. Bazen kalabalığından, gürültüsünden, koşturmacasından o kadar bunalıyorum ki, “toplayacağım pılımı pırtımı, gideceğim bir sahil kasabasına,” diyorum. Sonra bir vapurun güvertesinde martılara simit atarken, bir Tarihi Yarımada siluetine bakarken, bir boğaz havası alırken içime bir sevgi doluyor ki, “senden vazgeçemem İstanbul!” diye haykırıyorum.

Aşk dediğin de biraz İstanbul gibi olmalı bence. Hem yormalı, hem huzur vermeli. Hem seni çileden çıkarmalı, hem de onsuz yapamayacağını hissettirmeli. İçinde biraz trafik sıkışıklığı, biraz vapur keyfi, biraz tarih, biraz modernlik, bolca da tutku olmalı. Her sokağı ayrı bir sürpriz, her anı ayrı bir macera… Tek düze, sakin, dingin aşklar bana göre değil. Ben o kaosun içindeki ahengi seviyorum. Tıpkı İstanbul gibi.

İlişkilerde de insanlar hep bir pürüzsüzlük arıyor. Hiç tartışma olmasın, hiç fikir ayrılığı yaşanmasın… E o zaman ne anlamı kaldı? O ilişkinin tuzu biberi nerede? Arada bir trafik sıkışacak ki, yol açıldığında o ferahlığın kıymetini bilesin. Arada bir fırtına kopacak ki, sonrasındaki güneş daha parlak gelsin. Önemli olan, o en büyük fırtınadan sonra bile birbirine sığınacak bir liman bulabilmek. Tıpkı bu şehrin, onca keşmekeşine rağmen akşam olduğunda hepimize sığınacak bir köşe sunması gibi.

Ve affedici olmalı aşk. İstanbul gibi… Sen ona ne kadar kızsan da, ne kadar söylensen de, o sana bir gün batımı manzarası sunar, her şeyi unutturur. Aşk da böyle olmalı. Hataları, kusurları affedebilmeli. Çünkü kimse mükemmel değil. Ne sen, ne o, ne de ben. Mükemmeli ararsan, sonsuza dek yalnız kalırsın. Olgun travesti olarak benim yaptığım gibi kusurlarıyla sevmeyi öğrendiğinde, işte o zaman İstanbul gibi bir aşk yaşarsın: Kaotik, tutkulu, vazgeçilmez ve her şeye rağmen affedici.

Yalnızlık Senfonisi mi, Kafa Dinleme Sanatı mı?

Ah bu yalnızlık… Şairlerin dilinden düşürmediği, şarkılara konu olan o meşhur duygu. Özellikle bizim gibi, hayatı kalabalıklar içinde ama ruhu çoğu zaman tek başına olan insanlar için daha da anlamlı. Geceleri yüzlerce kişinin alkışını alırsın, etrafın hayranlarınla çevrilidir, masalar donatılır… Ama o kalabalık dağıldığında, evinin kapısını kapatıp içeri girdiğinde seni bekleyen bir sessizlik vardır. İşte o sessizlik, insanın en büyük imtihanıdır.

Gençken bu sessizlikten korkardım. Evde tek kalmamak için ne yapacağımı şaşırırdım. Sabahlara kadar açık olan yerlerde oturur, sırf eve gitmemek için lüzumsuz sohbetlere katlanırdım. Yalnızlığı bir ceza gibi, bir başarısızlık gibi görürdüm. “Neden kimse yok yanımda?” diye kendimi yer bitirirdim.

Yıllar geçti, Nermin olgunlaştı. O korktuğum sessizliğin aslında ne kadar kıymetli bir hediye olduğunu anladım. O sessizlik, “yalnızlık senfonisi” değil, “kafa dinleme sanatı”ymış meğer. Günün bütün gürültüsünden, sahte gülümsemelerden, beklentilerden arınıp kendinle baş başa kalma fırsatıymış. Kendini dinleme, ne istediğini, ne hissettiğini anlama zamanıymış.

Şimdi o anları iple çekiyorum. Eve gelip kapıyı kapatmak, topukluları bir kenara fırlatmak, makyajımı silip rahat bir pijama giymek… Kendime güzel bir bitki çayı demleyip, sevdiğim bir müziği açıp sadece “olmak”… Ne kadar büyük bir lüks, bilemezsiniz. Artık yalnızlıktan korkmuyorum, onu bir dost gibi kucaklıyorum. Çünkü biliyorum ki, kendiyle barışık olmayan, kendiyle yalnız kalmaktan korkan insan, kalabalıklar içinde daha da yalnızdır.

Siz de korkmayın yalnızlıktan. Onu bir fırsat olarak görün. Kendinizi keşfetmek, ruhunuzu dinlendirmek için bir mola… Unutmayın, en sadık dostunuz yine kendinizsiniz. O dosta iyi bakın. Arada bir baş başa kalıp bir kahve için. Emin olun, size anlatacak çok şeyi vardır. Olgun travesti Nermin demişti dersiniz.

Alkışlar Kendimize!

Laf lafı açtı, yine olgun travesti olarak çenem düştü. Kahvem bitti, sigaram küllüğe karıştı. Pencereden baktığımda İstanbul hala aynı telaş içinde. Ama benim içim daha bir sakin, daha bir huzurlu. Sizlerle dertleşmek iyi geldi.

Hayat dediğimiz bu oyunun her perdesinde farklı bir rolümüz var. Bazen komedi, bazen dram, bazen de müzikal… Önemli olan, rolümüz ne olursa olsun onu en iyi şekilde oynamak. Ve en önemlisi, perde kapandığında kendimizi alkışlayabilmek. “Bugün de elimden geleni yaptım,” diyebilmek.

Ben Nermin. Sahnelerin ışıltılı kadını, kulisin yorgun savaşçısı, İstanbul’un sokaklarında topuklularıyla ritim tutan bir gezgin, kendi evinin sessizliğinde huzur bulan bir filozof… Yani kısacası, ben de sizin gibi bir insanım. Hayatı düşe kalka, güle ağlaya yaşamaya çalışan…

Bu uzun sohbet için teşekkür ederim. Unutmayın, peruk düştüğünde kahkaha atacak gücünüz, topuklularla sendelediğinizde yeniden ayağa kalkacak cesaretiniz, makyajınız aktığında bile kendinizi sevecek yüreğiniz olsun.

Hayat sahnesinde hepinize bol alkışlı günler diliyorum. Bir sonraki kahve sohbetinde görüşmek üzere, şimdilik hoşça kalın canlarım

Scroll to Top