İstanbul’un o bitmek bilmeyen koşturmacasında bazen bir anlığına durup soluklanmak, sıcak bir kahve eşliğinde keyifli bir sohbete dalmak gibisi yoktur. Hele ki bu sohbet, şehrin en modern ve dinamik semtlerinden birinde, Ataşehir’de gerçekleşiyorsa ve karşınızdaki kişi de hayat enerjisiyle sizi alıp götüren Deniz ise, o kahvenin tadı bambaşka olur. İşte tam da böyle bir günde, kendimi Ataşehir’in şık kafelerinden birinde, Ataşehir travesti camiasının en neşeli, en dobra ve en esprili isimlerinden Deniz ile kahkahalarla dolu bir sohbetin ortasında buldum.
Hayat bazen sizi en beklemediğiniz anlarda en güzel insanlarla karşılaştırır. Deniz’le tanışmamız da tam olarak böyle oldu. Bir arkadaş ortamında ayaküstü başlayan sohbetimiz, “Bir kahve içelim de uzun uzun konuşalım” vaadiyle tatlıya bağlanmıştı. İşte o gün bugündü. Ataşehir’in o yüksek binalarının arasında, modern mimarinin kalbinde yer alan, ağaçlarla çevrili, huzurlu bir mekana oturduk. Ben sade bir filtre kahve söylerken, Deniz’in tercihi bol köpüklü, bol çikolata soslu, adeta “Ben buradayım!” diye bağıran bir latte oldu. Daha ilk andan enerjisini masaya koymuştu.
İlk Yudum ve İlk Kahkaha: “Bu Topuklularla Ataşehir’i Fethederim!”
Kahvelerimiz geldiğinde, Deniz’in gözü masanın altındaki topuklu ayakkabılarıma takıldı. “Canım,” dedi muzip bir gülümsemeyle, “o topuklularla Ataşehir’i bir baştan bir başa yürüyebilir misin bilmem ama ben bu stilettolarla değil Ataşehir’i, İstanbul’u fethederim.” İşte sohbetimizin fitilini ateşleyen ilk kahkaha buydu. Deniz, sadece dış görünüşüyle değil, zekası ve hazırcevaplığıyla da insanı anında etkileyen biri. Ataşehir’in modern dokusunun içinde, onun gibi klasik ve zamansız bir ruhla sohbet etmek, adeta bir zaman yolculuğu gibiydi.
Deniz’e Ataşehir’i sordum. Bu kadar modern, plazaların ve lüks konutların yükseldiği bir semtte bir travesti olarak yaşamanın nasıl bir his olduğunu merak ediyordum. “Ataşehir travesti olmak,” diye başladı söze, “biraz akvaryumdaki en renkli balık olmak gibi. Herkesin gözü üzerinde ama aynı zamanda o akvaryumun ne kadar güvenli olduğunu da biliyorsun.” Bu benzetmesi o kadar hoşuma gitmişti ki, bir an durup düşündüm. Gerçekten de Ataşehir, o düzenli yapısı, güvenli ortamı ve belli bir yaşam standardına sahip profiliyle, İstanbul’un diğer birçok semtinden ayrılıyordu. “Burada gecenin bir yarısı markete gitmekten çekinmiyorum,” diye ekledi. “Elbette her yerde olduğu gibi burada da tuhaf bakışlar olabiliyor ama genel olarak insanlar kendi halinde. Herkes kendi koşturmacasında. Kimsenin kimseye laf atacak vakti yok.”
Plazalar Arasında Bir Gökkuşağı: Deniz’in Ataşehir Maceraları
Sohbetimiz ilerledikçe, Deniz’in Ataşehir’deki günlük yaşamına dair komik anılarını dinlemeye başladım. Özellikle plazalarda çalışan beyaz yakalılarla olan diyalogları, başlı başına bir komedi filmi senaryosu olabilirdi. Bir keresinde, çok şık bir restoranda yemek yerken, yan masadaki ciddi görünümlü bir iş adamının kendisine gizlice peçeteye telefon numarasını yazıp gönderdiğini anlattı. “Adam toplantıda sunum yapar gibi ciddiydi,” dedi kahkahalarla. “Peçeteyi bir aldım, ‘Deniz Hanım, enerjinize hayran kaldım’ yazıyor. Dedim içimden, ‘Beyefendi, siz benim enerjimi bir de gece görün!’”
Bu tür anılar, Deniz’in ne kadar pozitif ve hayatla barışık bir karakter olduğunun en büyük kanıtıydı. Yaşadığı her olaya mizahi bir pencereden bakmayı başarıyordu. Ataşehir travesti olarak yaşadığı zorlukları sorduğumda ise yüzündeki gülümseme bir anlığına soldu ama hemen toparladı. “Zorluk olmaz mı canım? Burası Türkiye. Ama ben zorluklara takılıp kalmamayı öğrendim. Birisi bana laf mı attı? Arkamı dönüp en güzel gülümsememle bir öpücük yolluyorum. O an suratlarındaki ifadeyi görmen lazım. Bütün sistemleri çöküyor.” İşte Deniz’i özel kılan tam da bu tavrıydı: Negatifliği pozitife çevirme sanatı.
Sohbetimiz sırasında Ataşehir’in sadece binalardan ibaret olmadığını, aynı zamanda içinde yaşayan insanlarla bir ruha kavuştuğunu fark ettim. Deniz, bu ruhun en renkli parçalarından biriydi. Ona göre Ataşehir, dışarıdan ne kadar soğuk ve mesafeli görünse de, aslında kendi içinde sıcak ve samimi ilişkilerin kurulabildiği bir yerdi. “Burada komşuluk ilişkileri bile farklı,” dedi. “Kimse kimsenin kapısını tencereyle çalmaz belki ama asansörde karşılaştığında en içten günaydınını da eksik etmez. Bu modern bir samimiyet.”
Kahve Falından Hayat Derslerine: “Kaderini Kendin Çizersin”
Kahvelerimiz bittiğinde, Deniz fincanımı alıp fal bakmak için çevirdi. “Dur bakalım,” dedi, “şu fincanda neler çıkacak?” Açıkçası fala pek inanmam ama onun bu enerjisine kendimi kaptırmamak imkansızdı. Fincanı çevirdi, bir süre dikkatle baktı ve sonra bana dönüp, “Canım, bu falda yol var, para var, aşk var… Klasik şeyler işte. Ama en önemlisi ne biliyor musun? Fincanın dibinde kocaman bir ‘sen’ varsın. Yani ne çıkarsa çıksın, sonunda her şeyi şekillendirecek olan sensin. Kaderini de, yolunu da kendin çizersin.”
Bu basit fal yorumu, aslında Deniz’in hayat felsefesinin bir özeti gibiydi. O, kimsenin ona biçtiği rolü oynamayı kabul etmemiş, kendi senaryosunu kendi yazmış bir kadındı. Ataşehir gibi modern bir dekorun içinde, kendi gerçekliğini yaşayan, güçlü ve bağımsız bir karakterdi. Onunla konuşurken sadece bir Ataşehir travesti ile değil, aynı zamanda bilge, görmüş geçirmiş ve hayatın sillesini yemiş ama asla pes etmemiş bir ruhla sohbet ettiğimi hissettim.
Sohbetimizin bu noktasında, ona travesti olmanın en çok nesini sevdiğini sordum. Bir an duraksadı, gözlerinin içi parladı. “Özgürlüğü,” dedi net bir sesle. “İstediğim gibi giyinme, istediğim gibi konuşma, istediğim gibi yaşama özgürlüğü. İnsanların benim hakkımda ne düşündüğünü zerre umursamadan, tamamen kendim olabilme lüksü. Bu lüks, dünyadaki her şeye bedel. Ve Ataşehir, bu özgürlüğü yaşayabildiğim nadir yerlerden biri. Burada insanlar seni kalıplara sokmaya çalışmıyor, en azından denemiyorlar. Seni bir birey olarak, Deniz olarak görüyorlar.”
Moda, Makyaj ve O Bitmeyen Enerjinin Sırrı
Elbette konu bir noktada moda ve makyaja geldi. Deniz’in o günkü kusursuz makyajı ve şık kombini, bu konudaki yeteneğini açıkça ortaya koyuyordu. Ona bu enerjinin ve her zaman bakımlı olmanın sırrını sordum. “Canım, sır falan yok,” dedi gülerek. “Bu bir yaşam tarzı. Sabah uyandığımda aynaya baktığımda kendimi iyi hissetmek istiyorum. Bu benim kendime olan saygım. Makyaj yapmak, güzel giyinmek benim için bir terapi. O fırçayı elime aldığımda, o ruju dudağıma sürdüğümde sanki dünyanın tüm dertlerini bir kenara bırakıyorum.”
Ataşehir’deki alışveriş alışkanlıklarından da bahsettik. Bölgedeki büyük alışveriş merkezlerinin ve butiklerin onun için birer cennet olduğunu söyledi. “Ataşehir travesti olmanın en güzel yanlarından biri de bu belki,” dedi. “Aradığım her şeyi elimin altında bulabiliyorum. Bir yandan en lüks markalar, bir yandan daha ulaşılabilir seçenekler… Tam bir moda başkenti gibi.”
Sohbet o kadar keyifli akıyordu ki zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. İkinci kahveler söylendi, sohbet daha da derinleşti. Deniz, sadece komik anılarını değil, hayatındaki dönüm noktalarını, yaşadığı hayal kırıklıklarını ve yeniden ayağa kalkma mücadelelerini de aynı samimiyetle anlattı. Onun hikayesi, sadece bir travestinin hikayesi değil, aynı zamanda hayata tutunma, önyargılarla savaşma ve kim olduğunu her şeye rağmen gururla haykırma hikayesiydi.
Veda Vakti ve Akılda Kalanlar
Artık kalkma vakti geldiğinde, ikimiz de bu sohbetin bitmesini istemiyorduk. Hesap geldiğinde Deniz’in “Ben öderim” ısrarı ve benim “Asla olmaz” direnişim arasında tatlı bir atışma yaşandı. Sonunda hesabı Alman usulü ödemeye karar verdik. Bu bile onun ne kadar modern ve eşitlikçi bir bakış açısına sahip olduğunu gösteriyordu.
Kafeden ayrılırken Deniz bana sarıldı. “Ne zaman istersen ara, yine bir kahve patlatırız,” dedi. O an anladım ki, ben sadece bir blog yazısı için malzeme toplamamıştım; aynı zamanda harika bir dost kazanmıştım. Ataşehir’in o yüksek binalarının arasından yürürken, aklımda Deniz’in sözleri çınlıyordu: “Kaderini kendin çizersin.”
Evet, Deniz kendi kaderini kendi çizen, Ataşehir’in modern dokusuna kendi renklerini katan, cesur ve ilham verici bir kadındı. O, bir Ataşehir travesti olmanın çok ötesinde, hayatın kendisine sunduğu her şeye rağmen dimdik ayakta durmayı başaran, kahkahasını ve neşesini hiç kaybetmeyen bir yaşam savaşçısıydı. Bu kahve sohbeti, bana sadece Ataşehir’in farklı bir yüzünü göstermekle kalmadı, aynı zamanda önyargıların ne kadar anlamsız olduğunu ve insanı insan yapan şeyin kalıplar değil, ruhun ta kendisi olduğunu bir kez daha hatırlattı. Ve tabii ki, bir dahaki sefere Ataşehir’e gittiğimde, stilettolarımı değil, daha rahat ayakkabılarımı giymem gerektiğini de…