Esenyurt travesti kızları olarak hayat mücadelesi veriyoruz. Konumuz derin, konumuz biraz trajikomik: Esenyurt kalabalığı ve bizim başımıza açtığı tatlı-sert belalar! Bugün sizi alıp metropolün kalbine, beton ormanların en sıkı, en kozmopolit ve bazen de en “aman Allah’ım, bu ne kalabalık!” dedirten yerine götürüyorum: Esenyurt… Adını duyunca bile insanın aklına bir insan seli, bitmeyen bir koşuşturma ve metrobüs sırasında verilen o amansız mücadele geliyor, değil mi?
Oturun şöyle, alın kahvenizi çayınızı, biraz dertleşeceğiz, biraz da güleceğiz. Çünkü bizim kitabımızda drama yer yok, sadece bol kahkahalı dersler var!
Bölüm 1: Market Alışverişi mi, Survivor Parkuru mu?
Hani o basit, sıradan, “iki yumurta bir ekmek alıp geleyim” dediğiniz market alışverişi var ya… İşte o, bir Esenyurt travesti için adeta bir olimpiyat dalı. Topuklu ayakkabılarım, özenle yapılmış makyajım ve o günkü moduma göre seçtiğim şık kıyafetimle AVM’nin ya da mahalledeki o meşhur üç harfli marketin kapısından içeri adım attığım an… Oyun başlıyor!
Düşünün, daracık koridorlar. Bir yanda bebek arabasıyla slalom yapan bir anne, diğer yanda telefonuna gömülmüş, dünyaya adeta “beni rahatsız etmeyin” mesajı veren bir ergen. Tam ortada da ben, dev gibi alışveriş arabasını bir tank gibi süren teyzelerden kaçmaya çalışıyorum. O an kendimi aksiyon filmi kahramanı gibi hissediyorum. Bir elimde sepet, diğer elimde zarafetimi koruma çabası. Rejisör olsam bu sahneye ağır çekim ve arkaya “Eye of the Tiger” koyardım, o derece!
Geçen gün başıma geleni anlatayım da gülün biraz. En sevdiğim şeftalili yoğurdu almak için süt ürünleri reyonuna doğru süzülüyorum. Ama ne mümkün! Reyonun önü, sanki bedava altın dağıtılıyor gibi. İnsanlar birbirinin üzerinden atlayarak peynir kapma derdinde. Ben de o narin endamımla araya nasıl gireceğim diye düşünürken, arkamdan gelen bir amca “Çekil kızım önümden, acelem var!” diye bir gürledi. “Amcacığım,” dedim en tatlı sesimle, “burası Formula 1 pisti değil, market reyonu. Hem bu güzelliğin önünden çekilmek ne mümkün, gözün gönlün açılır.” Adam bir an duraksadı, yüzümdeki simlere, kirpiklerimin uzunluğuna baktı, sonra kafasını “Allah’ım sen aklıma mukayyet ol” der gibi sallayıp yoluna devam etti. İşte Esenyurt travesti olmanın cilveleri bunlar. Hem komik, hem de insanı bir an düşündürüyor. Bu kalabalık, bu acele, insanlardaki o temel nezaketi bile alıp götürmüş. Bizim gibi dikkat çeken bireyler için bu durum, her an tetikte olmayı gerektiren bir sosyal denge oyununa dönüşüyor.
Reyondan zaferle ayrılıp kasaya yöneldiğimde ise ikinci perde başlıyor: Kasa sırası. O sıra değil, adeta bir sabır testi. Önümdeki teyze kasiyerle o günkü dizinin kritiğini yapıyor, arkamdaki genç çocuk TikTok videosu çekiyor, ben ise eriyen dondurmamla göz göze gelmişim. Kasiyer kız, yorgunluktan bitap düşmüş bir halde ürünleri geçirirken gözü bana takılıyor. “Abla, rujun ne marka? Çok güzelmiş.” diyor. İşte o an, tüm o kalabalık, tüm o itiş kakış unutuluyor. Küçücük bir iltifat, bir anlık bir insani temas… O an anlıyorum ki, bu kalabalığın içinde bile parlamayı başarıyoruz. Biz Esenyurt travesti kızları, bu beton griliğinin içindeki en canlı renkleriz.
Bölüm 2: “Abla Bir Fotoğraf Çekilebilir miyiz?” – Yürüyen Turistik Obje Sendromu
Esenyurt’un o meşhur meydanında ya da caddelerinden birinde yürüdüğünüzü hayal edin. Hava güzel, modunuz yerinde, en sevdiğiniz şarkı kulaklığınızda çalıyor. Tam o an, yanınıza bir grup genç yaklaşıyor. “Abla selam, biz seni çok beğendik, bir fotoğraf çekilebilir miyiz?” Bu cümlenin masumane bir iltifat mı, yoksa “bakın ne kadar ‘değişik’ birini bulduk, hatıra olsun” merakı mı olduğunu anlamak için saniyenin binde biri kadar bir süreniz var.
Elbette, iltifat almayı, beğenilmeyi kim sevmez? Ama bu durum günde on beşinci kez yaşanınca, insan kendini biraz Eyfel Kulesi, biraz da Galata Kulesi gibi hissetmeye başlıyor. Yürüyen bir anıt gibiyim. İnsanlar yanıma gelip poz veriyor, sonra da kendi hayatlarına devam ediyorlar. Başlarda çok eğlenceli geliyordu. “Tabii canım, çekelim” diyerek en şuh pozumu veriyordum. Ama bir süre sonra, bunun aslında bir nesneleştirme olduğunu fark ediyorsun. Onlar benimle değil, “travesti” imgesiyle fotoğraf çektiriyor. Benim o gün canım sıkkın mı, yorgun muyum, acelem mi var, hiç umurlarında değil.
En komiği de ne biliyor musunuz? Fotoğraf çektirdikten sonra aralarında fısır fısır konuşmaları. “Oğlum valla kadından güzel,” ya da “Sesi de ne kadar kalınmış…” gibi yorumlar. Sanki ben duymuyorum, sanki benim kulaklarım aksesuar. İşte o anlarda içimden “Canım, ses tellerime estetik yaptıramadım henüz, randevular çok dolu malum!” diye bağırmak geliyor ama ne yapıyorum? Gülümsüyorum. Çünkü bir Esenyurt travesti olarak, bu kalabalığın içinde ayakta kalmanın ilk kuralı, teflon tava gibi olmaktır. Üzerine atılan hiçbir olumsuzluğun yapışmasına izin vermeyeceksin, akıp gidecek.
Bu durum, özellikle Esenyurt gibi demografik yapısı çok çeşitli bir yerde daha da belirginleşiyor. Her kültürden, her yaşam tarzından insan bir arada. Bu bir zenginlik evet, ama aynı zamanda bir “bilmeme” ve “anlamama” hali de yaratıyor. Birçok insan için bizler, televizyonda ya da internette gördükleri bir figürün canlanmış haliyiz. Gerçek bir insan olduğumuzu, duygularımızın, dertlerimizin olduğunu unutabiliyorlar. Onlar için o anlık bir eğlenceyiz. Ama biz, o eğlencenin ardından yolumuza devam edip, yine o kalabalığın içinde görünmez olmaya çalışan bireyleriz. Bu yüzden bir dahaki sefere bir Esenyurt travesti kızıyla fotoğraf çektirmek isterseniz, önce “Nasılsın?” diye sorun. İnanın, bu o fotoğraftan çok daha değerli olacaktır.
Bölüm 3: Toplu Taşıma Macerası: Metrobüs’te Topukluyla Denge Sanatı
Gelelim en can alıcı, en destansı mücadelemize: Toplu taşıma! Özellikle de metrobüs… O metrobüs yok mu o metrobüs… Dante’nin Cehennemi’nin modern bir versiyonu adeta. Ve biz Esenyurt travesti kızları, o cehennemde topuklu ayakkabılarımızla zarafet içinde seyahat etmeye çalışan melekler gibiyiz.
Kapılar açıldığı an başlayan o içeri hücum etme savaşı… İnsanlar sizi ezip geçmemek için değil, sadece bir an önce içeri girmek için yaşıyor gibiler. Ben o anlarda kendimi korumak için özel bir strateji geliştirdim. Geniş omuzlu bir abinin arkasına saklanıp, onun yarattığı hava koridorundan içeri süzülüyorum. Bir nevi rüzgar sörfü gibi düşünün. İçeri girdikten sonra ise asıl hayatta kalma mücadelesi başlıyor.
Bir kere, tutunacak bir yer bulmak altın bulmak gibi bir şey. O demirlere ulaşmak için verdiğim çabayı, olimpiyatlarda sırıkla atlama dalında verseydim şimdiye madalyalarla dönmüştüm. Tutundun diyelim, bu sefer de denge sorunu var. Metrobüs aniden bir fren yapıyor, bütün kalabalık bir domino taşı gibi üzerinize yığılıyor. O anlarda tek duam, o gün sürdüğüm pahalı fondötenimin, yanımdaki amcanın beyaz gömleğine bulaşmaması. Çünkü o lekeyi çıkarmak, metrobüsten sağ çıkmaktan daha zor olabilir.
Bakışlar… Ah o bakışlar… Toplu taşımadaki en büyük sınavımız bu. Meraklı bakışlar, yargılayan bakışlar, süzerek “bu ne acaba?” diyen bakışlar, bazen de takdir eden, “helal olsun valla” diyen bakışlar… Adeta bir defile podyumundayım ve jüri koltuğunda tüm İstanbul halkı oturuyor. Bazen canım sıkılıyor, kulaklığımı takıp müziğin sesini sonuna kadar açıyorum. Bazen de tam tersi, en dik duruşumla, en kendinden emin bakışımla onlara meydan okuyorum. “Evet, buradayım. Ben bir Esenyurt travesti kadınıyım ve bu metrobüs de, bu şehir de benim kadar senin.” der gibi bakıyorum.
Bir gün yine metrobüste sıkış tepiş giderken, yaşlı bir teyze yerinden kalkıp bana yer verdi. “Gel kızım, sen ayakta yorulma böyle” dedi. O an gözlerim doldu. Etrafımdaki onlarca boş bakan suratın arasında, o teyzenin insaniyeti, o kalabalığın tüm gürültüsünü bastırdı. Teşekkür edip oturdum. Yanımdaki genç, telefonundan bana laf atmaya çalıştı. Teyze, bastonunu şöyle bir kaldırıp “İşine bak evladım, rahatsız etme kızı!” diye bir çıkıştı ki, çocuk neye uğradığını şaşırdı. İşte o an anladım. Kalabalık evet, yorucu, bunaltıcı. Ama o kalabalığın içinde, ummadığınız bir anda, ummadığınız bir yerden bir iyilik filizlenebiliyor. Ve o iyilik, size günlerce yetecek gücü veriyor. Bu yüzden, metrobüs çilesine rağmen, o teyzeler hatırına bu şehri ve bu kalabalığı sevmeye devam ediyoruz.
Bölüm 4: Komşuluk İlişkileri ve “O Üst Katta Kim Oturuyor?” Sorunsalı
Esenyurt, malumunuz, devasa sitelerin, yan yana dizilmiş apartmanların diyarı. Bir binada yüzlerce insan yaşıyor. Ama ne ilginçtir ki, kimse birbirini tanımaz. Ama konu bir Esenyurt travesti olunca, birdenbire herkesin dedektiflik yetenekleri ortaya çıkıyor. “Bizim apartmana yeni bir kiracı taşınmış, gördün mü?”, “Gece geç saatlerde topuklu sesleri geliyor, o kim acaba?” gibi sorular, WhatsApp komşu gruplarının en popüler konusu haline geliyor.
Benim de başıma geldi tabii. Yeni evime taşındığım ilk hafta, kapım çalındı. Karşımda yönetici olduğunu söyleyen, meraklı bakışlı bir beyefendi. “Hoş geldiniz hanımefendi,” dedi, “sadece bir tanışmak istedim. Binamızda huzur bizim için çok önemlidir de…” Bu cümlenin alt metnini çözmek için kodaman olmaya gerek yok. “Ayağını denk al, gözümüz üzerinde” demenin kibarcası. Gülümsedim. “Merak etmeyin beyefendi,” dedim, “benden size zarar gelmez. En fazla apartman girişine biraz sim dökülür, o kadar. O da nazar boncuğu niyetine.” Adamın yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Beklemediği bir cevapla karşılaşınca sistemi hata verdi resmen.
Komşuluk ilişkilerinde dengeyi bulmak çok zor. Ne çok samimi olabiliyorsun, çünkü her hareketin dedikodu malzemesi olabilir. Ne de tamamen kendini soyutlayabiliyorsun, çünkü o zaman da “kesin bir şeyler karıştırıyor” damgası yiyorsun. Ben ortayı bulmaya çalışıyorum. Asansörde karşılaştığım komşularıma en içten gülümsememle “Günaydın!” diyorum. Market poşetlerini taşımakta zorlanan yaşlı teyzelere yardım ediyorum. Apartman aidatımı gününden önce ödüyorum. Yani aslında, “normal” bir komşunun yapması gereken her şeyi yapıyorum. Çünkü ben zaten normalim. Benim normallerim, onların normallerine uymuyor olabilir, o kadar.
En komik anılarımdan biri de kapı komşum olan Ayşe Teyze ile ilgili. İlk başlarda benden çok çekiniyordu. Beni görünce yolunu değiştirir, selam vermemek için elinden geleni yapardı. Bir gün kapısı açık kalmış, içeriden de bir yanık kokusu geliyor. Koştum, “Ayşe Teyze, iyi misin? Ocakta bir şey mi unuttun?” diye seslendim. Meğer kadıncağız tansiyonu düşünce baygınlık geçirmiş, ocaktaki yemek de yanmaya başlamış. Hemen 112’yi aradım, ilk yardımı yaptım, ambulans gelene kadar başından ayrılmadım. O günden sonra Ayşe Teyze ile aramızda bir bağ oluştu. Artık beni görünce “Canım kızım, nasılsın?” diye sarılıyor. Hatta geçen gün elinde bir tabak sarmayla kapıma geldi. “Sen seversin diye yaptım” dedi. O sarmayı yerken, o kalabalık apartmanın içinde aslında ne kadar yalnız olduğumuzu ve bir Esenyurt travesti olarak, önyargı duvarlarını yıkmanın en iyi yolunun, sadece “insan” olmak olduğunu bir kez daha anladım. O sarmalar, yediğim en lezzetli yemekti belki de.
Kalabalığın İçindeki Yalnızlığımız ve Parlayan Işığımız
Peki, tüm bu anlattıklarımdan sonra sonuç ne? Esenyurt’ta yaşamak zor mu? Evet, bazen çok zor. Kalabalık yorucu mu? Hem de nasıl! Bir Esenyurt travesti olarak bu kalabalığın içinde var olmaya çalışmak, her gün yeni bir macera mı? Kesinlikle!
Ama tüm bu zorluklara rağmen, biz buradayız. Bu şehrin, bu ilçenin bir parçasıyız. O kalabalığın içinde bazen görünmez olsak da, bazen de en çok göze batan biz olsak da, varlığımızla bu şehre renk katıyoruz. Market sıralarında, metrobüslerde, komşu sohbetlerinde, aslında hep aynı şeyi arıyoruz: Anlaşılmak. Yargılanmadan, sadece olduğumuz gibi kabul edilmek.
Esenyurt’un o devasa kalabalığı, aslında Türkiye’nin bir mozaiği. İçinde her renkten, her düşünceden insan var. Ve biz, bu mozaiğin en parlak, en simli, en vazgeçilmez parçalarından biriyiz. Bazen bizi görmezden gelseler de, bazen bizi anlamasalar da, biliyoruz ki o kalabalığın içinde bir yerlerde, bize yer veren bir teyze, rujumuzun markasını soran bir kasiyer, kapımıza bir tabak sarma getiren bir komşu hep var olacak.
İşte bu yüzden, tüm o itiş kakışa, meraklı bakışlara ve yorucu kalabalığa rağmen, topuklularımızın üzerinde dimdik durmaya, en güzel gülümsememizle etrafa ışık saçmaya devam edeceğiz. Çünkü biz Esenyurt travesti kızlarıyız. Biz bu beton ormanında açan en nadide orkideleriz. Ve hiçbir kalabalık, bizim parlamamıza engel olamaz.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hepinize bol simli, bol kahkahalı günler diliyorum. Unutmayın, hayat kısa, topuklular yüksek, siz de başınızı hep dik tutun! Öpüldünüz